0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

5. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

5. CEHENNEM.

O günün sabahına birinin nefretiyle uyandım, birinin de öpücüğüyle.

Yanağımda ıslak bir şey hissedip rahatsız uykudan ayrıldım. Uykularım tetikte olduğu için en ufak temas beni ürpertip uyandırabilirdi. Hatırladığım son anıyı bilincimin süzgecinden geçirince bir kucak kırmızı gülün dikenleri yüreğime batmış gibi hissettim. O batma hissi gözlerimi yaşartırken yanağımda tekrar aynı ısıyı hissettim. Nil dudaklarını yanağıma koyup bastırdı ve geri çekildi. "Kaymen."

Nil üzerime eğilmiş, yüzüme doğru bakıyordu. Dün gece yatağımdan çıkıp da ağladığım yerdeydim, sırt üstü yatıyordum. Küçük melekle göz göze geldiğimizde, "Sonunda uyandın," dedi, ardından çekinerek güldü.

"Her sabah böyle uyanmayı çok isterdim," dedim yüzüme değen parlak saçlarına bakarak.

İltifat aldığını anlamış gibi gülümsemesini büyüttü, farkında olmadan bana layık gördüğü gülümseme çok iyi geldi. "Bizim evde kalıysan ben seni böyle uyandırıyım."

"Senin evin neresi?" dedim, küçük gamzesini izleyerek.

"Babamla evimiz," dedi coşkuyla.

Orada kalamam...

Annesi ve Derya ile yaşamasına rağmen babasında kaldığı evi, ev olarak kabul ediyordu. "Babanla olmayı daha mı çok seviyorsun?"

"Dün evet dedim ya sana..." alçak, boğuk bir yumuşak kıkırdama dudaklarından kaçtı. "Unuttun mu?"

"İyi değilim, bazı şeyleri unutuyorum."

"Babam beni alınca beni de mi unutuysun?"

Akıllı bir kız olmasına duyduğum hayranlıkla yüzünü inceledim. Hiçbir zaman saf, iyi bir kalbim olduğunu düşündürten iyiliklerim olmamıştı. Hayatımı, çıkarlarımı ve ailemi koruyarak yaşamıştım. Hassasiyet hissetmezdim, ta ki... Karina'yı karnımda hissetmeye başladığım güne kadar. Ve şimdi Nil'in mavi gözlerine bakarken de aynı hassasiyeti hissediyordum ve onu, ölürken de hatırlayacağımı düşünüyordum. "Unutmam," diye fısıldadım. "Sen beni unutur musun?"

Minik burnunu kırıştırıp, "Hemen unutuyum," dedi, sonra da dudaklarını birbirine kapatarak gülmemeye çalıştı.

"Sen kimden öğrendin bu kadar şakacı olmayı?"

Yakalandığı için gülüşünü serbest bırakıp beni yerden kaldırmaya çabaladı. "Utku.

Hevesini kırmamak için vücudumu hafif bıraktım, beni kaldırabiliyormuş gibi hissetmesine yardımcı olarak doğruldum. Ayağa kalktığımda Nil karşımda ufacık kaldı ve kafasını arkaya atarak pijamalarıma baktı. "Sen bu rengi mi seviyoysun? Ben sevmem de."

Üstümdeki siyah renge baktım. "Ben severim."

"Babam da seviyoy."

"Babandan hep bu kadar fazla mı bahsediyorsun?"

"Babam," dedi hayranlıkla.

Koridora çıkınca paytak adımları peşime takıldı ve arkamdan koşarak geldi. Karina'nın odasına girip, kıyafetlerinin olduğu dolaba ilerledim. Bir hırka alıp arkamı dönünce, Nil'in ilgili bakışlarını karşıladım. "Üşüyor musun?"

"Yok ama giyeyim." Kollarını açıp bana yardımcı olunca mavi hırkayı eşofman takımının üstüne geçirip düğmesini ilikledim. "Çok güzelmiş."

"Senden güzel değil ya," dedim.

Sabah güneşinin denizin üzerinde süzülmesi gibi, bir ışık da onun deniz mavisi gözlerinde süzülüp bana göründü. "Ben güzel miyim?" diye sordu.

"Sen hiç aynaya bakmıyor musun?"

"Bakıyoyum," dedi hırkanın düğmesini izleyerek.

"Görmüyor musun nasıl güzel olduğunu?"

Yanakları kızarırken kirpiklerini kaldırıp kaçamak bakış attı yüzüme. "Sen de çok güzelsin."

Yeniden, "Senden güzel değilim ya," dedim.

İltifat aldığını anladığı için biraz daha utanıp ellerimden kaçtı ve arkasını dönüp koşarak odadan çıktı. Baş ağrısıyla kalkıp şakağımı tutarak odadan çıktım, mutfağa gidip dolabı Nil için açtım. Cam şişedeki sütü çıkardım ve süt ısınırken, bir kahvaltı tabağı hazırlayıp yanına ekmek dilimi koydum. Nil'in kendi kendine konuşma seslerini duyarak mutfaktan ayrıldım, ona hazırladığım tabakla sütü sehpaya koyarken göz ucuyla ne yaptığına baktım. Koltuk minderlerini parkeye indirmiş, birleştirmeye çalışıyordu. "Nil," dedim ona ve başka bir koltuk minderini yere koydum. "Süt ısıttım, içer misin?"

Elindeki minderle bana dönüp tabağa, süte baktı. "Aç değilim ki."

"Benim için de mi yemezsin?"

Yanaklarını şişirip elindeki minderi bıraktıktan sonra yanıma gelip oturdu. Süt bardağını küçük elleriyle kavrayıp ağzına götürürken, "Senin için biraz yeyim," dedi.

Kendime engel olamadan yanağını sıktım. "Baban için olsa hepsini yerdin değil mi?"

Başını sallayıp sesli gülünce elimi çektim. Bugün neşeli görünüyordu, bu duygusunu öldürmek istemiyordum. Çatalına uzanıp biraz domates alırken, "Sen de yesene," dedi. "Ben hiç göymedim senin yediğini."

Kumandaya uzanıp yeni bir gelişme var mı diye televizyonu açarken, "Yiyesim yok," dedim.

Haber kanalı açtım ve Nille ilgili herhangi bir yeni haber beklerken, "Hımm," dedi bana ve birkaç dakika sonra yeniden ekledi. "Sen de benim için ye."

Ekmek dilimlerinden birisini alıp ısırırken, "Senin için," dedim.

Dilimi yiyerek kırıntılarına doğru uzun uzun bakarken, Nil'in tabaktaki son lokmasını da aldığını gördüm. Sütünü de bitirip kalktı ve tekrardan koltuğa ilerledi, siyah döşemeli koltuğun minderlerini de alıp yere koydu. Sanırım kendisine ev yapmaya çalışıyordu fakat tek başına minderleri dik tutamıyordu. Bir minderi koltuğa yaslayarak dik tuttum ve Nil'de bu minderin karşısına bir tane koyup diğer koltuk minderini iki minderin üstüne koydu. Neşeyle ellerini çırptı. "İçine giyeyim mi?"

"Gir."

Hevesle dizlerinin üzerine çöküp minder evinin içine girdi fakat girerken ayağı minderin köşesine çarptığı için, birkaç saniye sonra minderler üzerine çöktü. Gözbebeklerini kocaman açıp yıkılan evine, ardından da benim gördüğümü sen de görüyor musun, dercesine bana baktı. Yakalandığım gülme dürtüsünü bastırmak dudaklarımı kapatırken, "Sen mi yaptın yoksa?" dedi bana, ağlayacakmış gibi bir sesle.

"Hayır," dedim hemen. "Girerken ayağını çarptın. Malzemeden çalarak yaparsan hemen yıkılır tabi."

Üzerine düşen minderleri alıp kenara bıraktığımda, düştüğü yerden kalkarak, "Bozuk bunlar," dedi.

Dizlerim üstünde biraz daha yaklaşıp dudaklarımı onun çenesine bastırdım ve geri çekilirken, bana attığı tatlı bakışı yakaladım. "Ben sana güzel bir ev yaparım."

"Geyçekten mi?" Ellerini çenesinin altında birleştirdi.

Ona dedim k: "Bu senin bir şey isterken büründüğün kişilik mi?" 

"Hımm," dedi kıkırdamayı sürdürerek.

Alnındaki, daha açık renkli bebek saçlarını düzeltirken ani bir ses duyup başımı koridora doğru çevirdim. Telefonum çalıyordu, onu odamda bırakmıştım. Kalkıp koridora çıktım, komodindeki telefonumu çevirip ekranıma bakınca Deren Ateş'in aradığını gördüm. Sertçe oflayıp sesimi ayarladım ve telefonu yanıtladım. "Yine sen."

Ben telefonu böyle açtığım için birkaç saniye durup akabinde, "Ben de senin meraklın değilim," dedi, öfkesini benden çıkararak. O an haberi yoktu ama öfkesini çıkaracağı en doğru insan bendim, bu yüzden vereceğim karşılıkları küçülterek veriyordum. "Sadece... Kızım için sana ihtiyacım var."

Kapıyı kapatmayı unuttuğumu fark ettiğimde çok sessiz kapatıp bana dediğine cevap verdim. "Ne için? Ben... Daha ne yapabilirim?"

"Bir daha ifadenin alınması lazım."

Kaşlarımı çattım. "Böyle bir gereklilik varsa neden beni emniyetten aramıyorlar?"

"Çünkü ifadeni ben alacağım."

Bu adam işlerimi çok zorlaştıracaktı, babasının asla bu adam çıkacağını düşünmediğim için kolay yürütebileceğim planlarım bazı aşamalardan geçmeye başlamıştı. "Kelepçeyi de mi sen takacaksın?"

Hattın diğer ucunda pürüzlü, derin nefesler alıp verdi. "Neden? Bir suç mu işledin?"

"Bakın, yardımcı olmak için ifade verdim, kızınızın bulunmasını da istiyorum... Fakat yapabileceğim daha fazla şey yok." Sesimin tonunu düşürüp yumuşak bir nefes verdim. "Kızın için bir şey yapamam, senin için de."

Üsteleyerek, "Yapabilirsin," dedi, sesi bu kez konuşmama yetişmek için aceleciydi. "Bir daha anlat, sonra seni rahatsız etmeyeceğim."

"Neden illaki ben?" diye sordum. "Bir sürü görgü tanığı varmış, neden benim peşime düştün?"

"Çünkü... Onun pembe mont giydiğini gören yalnızca sensin."

İnandırıcı olmak için bu detayı vermiştim fakat inandırıcı olmakla beraber şüpheli de olmuştum. "Bene... Ne yapmamı istiyorsun?" peki

"Telefonuna konum atacağım, oraya gel konuşuruz." Sesinin şiddetli tonu düştü, geleceğimi söylediğim için rahatladığını anladım. Kızının üç metre ilerideki odada olduğunu bilse kâbusumu gerçeğe dönüştürürdü, beni boğardı. "Bana yardım et, sana istediğin her şeyi veririm."

Yalan söyleyerek, "Bir şey istediğim için yapmadım bunu," dedim.

"Beş milyon lirayı istemediğini söyleyemezsin," dedi, onunla alay ediyormuşum gibi.

"Umurumda değil," diyerek aramayı kapattım ve telefonu yatağa fırlattım. Onunla tekrar görüşmek zorunda kalmak beni strese sokuyordu, her an bir açık yakalamasından kaygı duyduğum için çok fazla hesaplama yapıyordum.

Nil'i asla yalnız bırakmayacağım için Gece'yi aramam gerekti. Ona durumu çok kısa şekilde anlatıp çağırdığımda sızlanarak gelmeyi kabul etti. Üstümü çıkararak dolabıma ilerledim, elime gelen ilk şeyi aldım. Bir gri, düğmeli hırkaydı. Siyah atletin üzerine V yakalı hırkayı giyip kıyafetimi tamamlamak için de bol paçalı, siyah kot pantolonumu aldım. Saçlarımı parmaklarımın arasından geçirerek düzelttim ve pijamalarımı katlayıp yatağın kenarına koyarken, "Kaymen," diyerek koridorda koşan Nil'e kulak verdim.

Endişeyle koridora çıktım ve parmağımı dudağıma bastırıp, "Sessiz ol," dedim. "Evin içinde bağırırsan bizi bulurlar, oyunumuz biter."

Uslu şekilde başını sallayıp ilgisini üzerime kaydırdı, kıyafetlerimi değiştirdiğimi gördü. "Gidiyoy musun?"

Eğilip kollarını kavradım. "Gidiyorum ama Gece seninle olacak. Ben birkaç saate döneceğim."

"Gece beni parka götürüy mü?" dedi, bir şey isterken ki o sevimli haline bürünerek.

Bir gangsterden, en kibar kıza dönüşüp olmayacağını ona açıklamaya çalıştım. "Götüremez, fakat senin için bir ev yapar," dedim, gönlüne tutunmak için.

"Hımm..." hevesi kaçmış göründü. "Neden payka götüremiyor?"

"Havalar soğuk, üşümeni istemiyoruz."

Yanaklarını şişirip kollarımdan çıktı ve arkasını dönüp koşa koşa salona girdi. Peşinden gidip ne yaptığına baktım, tekrar minderlerle uğraştığını gördüm.

Gece kapımda belirdiğinde Nil'i birkaç saatliğine onun güvenli kollarına emanet edip evden ayrıldım. Arabama atlayıp caddeye çıktım, Deren Ateş'in bana uygulama üzerinden attığı konumu açıp navigasyona girdim. Mesafe azaldıkça gerginliğim arttı, nabzım gittikçe hızlanıyordu. Arkamda bir sokağı daha bırakıp navigasyonun tarif ettiği sokağa girdim, numaraya yaklaştım.

Camı indirip dışarıya baktım, evin posta kutusunda numara yazıyordu. Duvarları siyah ve gri ile boyalı, etrafı bahçeyle çevrili, iki katlı bir evdi. Evin sol tarafında da başka bir tek katlı, bakımlı, bahçesi çiçeklerle donatılmış ev vardı. Ben, adresteki iki katlı evin bahçe kapısını açıp bahçeyi yürüdüm ve siyah, çelik kapının önünde durdum. Garajın kapısı açıktı, Deren'in o gün gördüğüm siyah arabası görünüyordu.

Kapı açılınca bakışlarım yukarıya çevrildi. Kapı kulpunu tutan Deren'in kopkoyu, küçülmüş gözleriyle karşıya geldim. Gözleri küçülmüştü fakat gözkapakları şişti, yüzü, çok soğukta kalıp üşümüş gibi beyazlamıştı. Gelenin ben olduğunu görüp kapıyı biraz daha açınca içeriye doğru bir adım attım ve aynı zamanda üzerinde hiçbir şey olmadan, gövdesi çıplak şekilde beni karşıladığını gördüm. Gözleriyle geçmem için koridoru gösterirken, "Buyur," dedi ve ben eşikten içeriye girince, tuttuğu kapıyı sertçe itip kapattı. "Yolunu gözlüyordum."

"Buna rağmen bir dakika kapıda bekledim," dedim, gözlerimi kırpmadan ona bakarak. Bunun karşılığında tek kaşını kaldırıp gözlerini suratımda, sonra üzerimde, çok kısa, anlık şekilde gezdirip tekrar yüzüme doğru baktı. "Bilerek mi yaptın?"

“Bunu nereden çıkardın?" diye sordu.

"Sadece..." parmaklarımı altındaki siyah pantolonun arka ceplerine koyarak omuz silktim. "Bence benden pek hoşlanmıyorsun."

"Pek sevimli olduğunu söyleyemem," dedi alt dudağını yalayıp bakışlarını çekerken.

"Oysa ben sana bayılmıştım," dedim.

Bakışlarını çektiği gibi çevirdi bana ve görüntüme odaklanıyormuş gibi gözlerini kısıp yüz hatlarıma, birkaç saniye de ense hizamdaki kısa saçlarıma baktı. Bir acıyı hatırlayana kadar sürdü ve sonra yutkunarak bakışlarını çekti, eliyle yürümem için yol verip sessiz kaldı. Önüne geçtim ve holde birkaç adım gidince bir merdiven gördüm, sağ tarafta kalıyordu. Deren arkamdan, "Sol taraftan," deyince merdivenden uzak durup sol taraftan ilerledim ve kapısı açık olan tek yere geçtim, oturma odasıydı.

Beni, çok sade ve koyu kahve renkleriyle düzenlenmiş oda karşıladı. O iki adım kadar arkamdan gelirken sağıma soluma bakarak yumuşak görünen koltuğa ilerledim. Otururken gözlerimi parkenin üzerindeki beyaz, tüylü halıda kısaca gezdirdim. Halının üzerinde bir sehpa, sehpada da dağılmış birkaç şey vardı. Bir ses algıladığımda kafamı çevirip televizyona baktım, duvara monte edilmiş televizyonda Nille ilgili haberler açıktı. O ilerleyip sehpadan kumandayı alıp sesi kapatana kadar habere kulak verdim ve ona doğru bakarken, girişin yanındaki şömine dikkatimi çekti. Yanmıyordu, içinde kül vardı.

"Beni evine çağırarak bu işi neden kişiselleştiriyorsun?" diye sordum, gözlerimi yukarıya doğru kaldırıp ona bakarken. Sehpanın diğer tarafındaydı, odanın girişinde duruyordu. Bir eli hâlâ cebindeydi ve aşağıya, koltukta oturan bana bakıyordu. Elimi götürüp refleksi şekilde V yaka kazağımın önünde tuttum ve onun gözleri el hareketimi takip ettikten sonra tekrar gözlerime baktı. "Dedektif gelecek, emniyette anlattıklarını bir de ona anlatmanı istiyorum."

"Bir dedektif?" dedektifin ortaya çıkışıyla beraber alanım biraz daha küçülecekti. "Polisten habersiz mi yapıyorsun?"

"Yasalar umurundaymış gibi konuşma," dediğinde, Karmen kimliğimi araştırdığıyla alakalı hiçbir şüphe kalmadı kafamda. Ailemin bir mafya olduğunu öğrenmişti, ifade veren herkesi bu şekilde araştırıyorsa uykusuz olması çok normaldi. "Ufak bir detay yakalarsak işimize yarar, bunun için çağırdım. Kızım kayıp... İçinden gelerek yardım etmen gerekiyor bana."

Gözbebeklerinin daha da küçüldüğünü gördüğümde, Hastalanırsan kızına yardım edemeyeceksin," dedim aynı düşük ses tonumla ve gözlerine bakarken yanağıma düşen kısa saçımı kulak arkası yaptım. "En son ne zaman uyudun?"

"Bilmiyorum," diye fısıldadı, sesindeki o boğukluk vicdanıma tutundu. "Dört gün önce... Her şeyden önce, bu kâbus başlamadan önce."

Kendi hatırladıklarımdan yola çıkarak, "Biraz uyuman gerekiyor," dedim.

Bir anda gülmeye başlayınca bunun isterik ve alaycı olduğunu hemen anladım. Kafasını öne eğerek burun kemerini sıkarken, omuzları titriyor gibi sarsıldı. Alaycı gülüşünün arasındaki panik dolu nefeslerini duyarken, "Söylemesi kolay," dedi. "Uyuyamıyorum." Gülüşünü kesip elini burun kemerinden çekince tekrar göz göze geldik, bakışları mahvolmuş bir adamın bakışlarıydı ve bu raddede bunu saklayamıyordu. "Boğuluyorum."

Beni gece rüyamda boğan ellerine doğru bakınca yaralarının hâlâ durduğunu gördüm. O ellerin nasıl bir öfkeyle tenime yapıştığını hatırladığımda göğüs kafesim yükselip alçalmaya başladı. Tekrardan o şekilde nefes alma sıkıntısı çektim ve onun nasıl boğulduğunu öyle derinden anladım ki, aynı okyanusta batıyormuşuz gibi hissettim.

Kapı zili duyduğumda Deren arkasını dönüp odadan çıktı. Bahsettiği dedektif gelmiş olmalıydı. Kapı ve konuşma sesleri geldikten sonra oturma odasının kapısında yabancı birisi göründü. Uzun boyuyla içeriye doğru girerken bana, "Merhaba," dedi ve geçip karşımdaki koltuğa otururken koridora göz attı. "Deren Bey'in bahsettiği siz misiniz?"

"Ben miyim?"

Üzerindeki ceketini çıkarıp dizine koyduktan sonra el sıkışmak üzere bana elini uzattı. "Mert ben, merhaba."

El sıkıştım ve bunu kısa tutup kendimi geri çekerken, "Karmen," dedim sadece.

Adam koridora bir daha bakıp bana dönerken, "Şimdi gelir," dedi. Kumral, ela renkli gözleri olan genç bir adamdı. Otuzlu yaşlarının başında göründüğünü düşünecek kadar bakmıştım ona. O da yüzümü, ifadelerimi dikkatli şekilde süzerek, "Neden burada olduğumu biliyorsunuz sanırım," dedi.

"Evet, o bahsetti."

Deren salonun kapısında görünüp bu kez üzerinde siyah bir gömlekle içeri girdi, eline ne geçirdiyse giymiş gibiydi, düğmelerini bile iliklememişti. Dedektif Mert ondan tarafa bakıp, "Seni bekledik, başlayalım," dedi.

Deren dedektif ile aynı koltuğa karşıma oturup dirseklerini dizlerine yasladı ve öne doğru eğilip ellerini ovuşturmaya başladı. Yaralı ellerine yüz buruşturup dedektife dönerken, "Gördüklerimi bir daha mı anlatayım?" diye sordum.

"Karmen, öncelikle..." Deren Mert'e bir bakış atıp kaşlarını kaldırdıktan sonra önüne döndüğünde, devam etmesini bekleyerek dedektife baktım. "... gerilmene gerek yok, ben yalnızca Deren'in, senin anlattıklarında yakalayamadığı bir detay var mı, onu anlamak istiyorum."

Düz bir sesle, "Anlattıklarımda çok bir şey yok ki detay olsun," dedim. Onları konuya çekmek için ekledim. "Birkaç saniyelik bir görüntü, hepsi buydu. Defalarca kez aynı hikâyeyi başa sarmaktan yoruldum."

"Ortada kayıp bir çocuk var, eminim bunun için biraz yorulmanda sakınca yoktur." Mert ılımlı bir sesle sordu. "Bana gördüklerini bir daha anlat."

Emniyette hangi cümleleri kurduğumu anımsamaya çalışıp ardından kollarımı göğsümde kavuşturdum. "O gün Yeniköy'deydim, öğle saatleriydi... Yürürken rastgele şekilde Nil'i gördüm, bir adam onu siyah bir arabanın arka koltuğuna bindiriyordu..."

"O gün, günlerden neydi?"

"Çarşamba," dedim.

Mert, Deren'den tarafa bir bakış atıp tekrar beni hedefine koyarken, "Arabanız var, fakat o gün yürüyor muydunuz?" diye sordu.

"Evet."

"Arabanız olsaydı araç kamerasından bir şeyler yakalayabilirdik." Canı sıkkın şekilde iç çekip eliyle, anlatmaya devam etmem için teşvik etti. "Adam kızı arabanın arka koltuğuna sağ taraftan mı bindiriyordu sol taraftan mı?"

Hayali sahneyi kafamda oturtup, "Ben caddeye sol taraftan girdim, araba sağ tarafta, kaldırımın yanındaydı," dedim. "Arabayı arkadan görecek bir açıdaydım, adam kızı sağ taraftaki kapıdan içeriye soktu. Ön tarafta bir şoför var mıydı, bilmiyorum. Daha önce de söylemiştim, kız ağlamadığı ve korkmadığı için bana çok normal bir an geldi ve başımı çevirip yürümeye devam ettim."

Mert'in gözleri kollarımı tutan ellerimde birkaç saniye oyalanıp, "Kamera kayıtları ortada olmadığı için sizin sokağa girişiniz de yok," dedi. "O sokağa bağlanan diğer iki sokakta da kamera kaydı yok. Mobeseler silinmiş, aynı zamanda büfe kamera kayıtları da, gazeteci olduğunu söyleyen birisi tarafından alınmış..."

Araya girerek, "Gazetecilerin böyle bir hakkı mı var?" diye sordum.

"Yok," dedi Deren, duygusuz bir sesle. "Fakat büfe sahipleri bunu bilmedikleri için kamera kayıtlarını teslim etmiş, bu şekilde kayıtlar ortadan kaldırılmış."

Gece yapmıştı, kılık değiştirerek. Büfe sahiplerinin verdiği ifadelerde anlatılan görüntü Gece'nin görüntüsüyle bu yüzden eşleşmiyordu. Anlamış görünerek başımı yavaşça salladığımda, Deren gözlerini yüzümden çekerek ellerini yüzüne doğru kapattı.

"Fakat ortada büyük bir soru işareti var," dedi dedektif Mert, rahatsız bir ses tonuyla. "Bu adam, Deren'in dediğine göre bir organ kaçakçısının lideriymiş, bu zaten bilinen de bir şeymiş. Adam yıllarca aranıyor, ülkeden bir kaçıyor, bir giriyor... Neden bu adam bizzat gidip çocuk kaçırsın ve kamera kayıtlarını silmek için bu kadar uğraş versin?" Sorularının muhatabı ve bu soru işaretlerini ortadan kaldırması gereken benmişim gibi konuşurken gözlerime bakıyordu. "Gördüğünüz kişinin bu organ kaçakçısı olduğundan emin misiniz?"

"Bu varsayımı polisler yaptı, ben yalnızca birkaç saniyelik gördüğüm kişiyi, aklımda kaldığı kadarıyla anlattım." Bana kelime oyunu yapmayı kesmesini isteyerek sabırlı bir nefes verdim. "Bu başkası da olabilir, zaten ortada o adamın kesinlikle yapmış olduğuyla ilgili bir kanıt yok. Polisler ifademi değerlendiriyor, bir yanlışlık varsa er ya da geç ortaya çıkacaktır."

"Gerçeklerin ortaya çıkmasını beklemek için zamanım yok," dedi Deren, sonunda patlayıp oturduğu koltuktan kalkarak. Konuşmamıza müdahale etmemiş olmaması da şaşırtıcıydı, çünkü adam Nille ilgili her şeyi öğrenmek için kendisini paralıyordu. "Geçen her saniye çok kritik, o hâlâ küçük bir kız, beslenmesi ve iyi bakılması lazım... Bu adamlar kaçırdıkları çocukları ya dillendiriyormuş ya da organ..." cümlesini sessiz bir küfürle tamamlayıp orta sehpaya ilerledi ve paket sigarayı alıp içinden bir dal çıkardı. Titreyen alt dudağını sertçe ısırıyordu. "Kızımın hayatta olduğunu hissediyorum ama onu her an kaybedebilirim, bu yüzden senin birkaç saniye diyerek anlattığın, üzerini önemsizce geçtiğin her şey benim hayatım, yaşamım... Nil benim nefesim, onsuz boğuluyorum, anlıyor musun?"

Onu çok iyi anlıyordum ama bunu asla bilmiyordu. Belki günün birinde onu ne kadar iyi anladığımı anlayabilirdi, belki...

"Kızın bulunacak," dedim ona, umudunu koruması için. Bunun bir teselli olduğunu düşünüyor olabilirdi ama aslında bir sözdü. "Senin gibi bir babası var, eminim bulunacak."

Keşke... Karina'nın da böyle bir babası olsaydı.

Düşüncem gözlerimden okunacak diye ödüm koptu, bu yüzden gözlerim Deren'in kapkara, nefessiz bakışlarından kopup önüme çevrildi. Mert genzini temizleyerek koltuktan kalktı. Karşıma yürüyüp bana eğildi. "Şu kartı vereyim, bir şey hatırlarsan bana ulaşırsın."

"Anladım dedektif.”

"Deren..." dedektif ona dönünce Deren bakışlarını benden koparıp Mert'e baktı ve sonra ona koridoru işaret etti. Arkalarını dönüp odadan ayrılmalarını izledim ve oflayıp yumruklarımı yanımda sıktım. Hayatta daha fazla bir şeyi kaybetmeyecek olmamın verdiği korkusuzlukla attım bu adımların hepsini, en ucunda ölüm vardır diyerek hareket ettim. Fakat düşünüyorum... Ya ölümden daha büyük bir bedel ödemek zorunda kalırsam n'olacaktı?

"Artık gidebilirsin," diyen ses düşüncelerimle arama girince gözlerimi boşluktan çekip kapıya çevirdim. Deren ellerini pantolonun ceplerine sokmuş, hiç kıpırdamadan, yüzüme dikkat kesilmiş halde orada duruyordu. Koltuktan kalkıp kapıya yürüdüm ve yanından geçerken, "Ayağına sağlık, teşekkürler," dedi bana, az öncekine kıyasla yatışmış bir sesle. Önümdeki kolu, bir adım ileriye gitsem karnıma değecekti, bu yüzden yutkunarak yana kaydım.  "Her şey için."

Özür dilerim,
Her şey için.

"Çok iyi bir babasın," dedim kendimi tutamayıp. Sonra buna engel olamadığım için cezalandırmak isteyerek dudaklarımı sertçe ısırıp yanından geçtim. Koşar adımlarla koridoru yürüyüp, o arkamda kalırken kapıyı açıp dışarıya çıktım. Anahtarımla ve elime tutuşturulan kartla arabama yürüyüp koltuğuma oturdum. Arabayı çalıştırmadan önce direksiyonumu tutup arkama doğru yaslanırken ağlamak için dolmuş gözlerimi yukarıya kaydırıp yorgunlukla nefes alıp verdim.

Yukarıya bakıyorum; gökyüzünde hiç yıldız yok, yaşamımda da olmadığı gibi.

Her yerdeki o bitmek bilmeyen karanlık tenime de nüfuz etti, kalbim bu yüzden kapkara ve karanlıkta üşümüş gibi soğuk. Kalbimin yeniden her atışı bir buzun çözünürken çıkardığı ses gibi geliyordu. Yaşam ve canlılık arasındaki bağı kalbim attığında kuruyordum ama sonra tekrar kaybediyordum. Öfke anlarından, küçücük sevinç anlarından sonra bir kalbim olduğunu da hatırlamıyordum. Tenimde ölmüş bir organ.

Asıl organ kaçakçısı ben miyim? O gün kalplerini yerinden söktüm.

Soğuktan kurumuş ellerimi direksiyonda sabitleyip arabayı çalıştırırken, düşünmek bile çok gereksiz geldiği için yalnızca önüme baktım. Evime gitmek, Nil'i görmek için hızlanıp caddeye çıktım. Kırmızı ışıkta durana kadar etrafımın pek farkında değildim ama ışıkta durunca arkamdaki bir araba gözüme takıldı. Onu üç, dört dakika önce de dikiz aynamdan gördüğümü fark edip, "Kahretsin," dedim. Bu kez kimdi? Sabah buraya gelirken arabayı peşimde görmemiştim, ne zamandan beri arkamdaydı?

Işık yandığında evimden alakasız bir caddeye doğru sürerek arabanın beni takip ettiğinden emin olmak için bekledim. Birkaç dakikadan sonra arabanın, aramıza giren bir arabanın arkasından hâlâ beni takip ettiğini anlayıp peşimde olanın dedektif olduğunu düşündüm. Evden ayrılırken bu arabayı görmemiştim ama belki de saklanıp hareket etmemi beklemişti. Bunu Deren mi istemişti? Benden şüpheleniyor muydu?

Düşünmeye zamanım olması için telefonumu elime alıp konuma en yakın hastaneyi arattım, ardından arabayı o yöne sürdüm. Aşağı yukarı on dakika sonra bu özel hastaneye ulaşınca hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi indim. Gözlüklerimi takarak bakışlarımı gizlerken, arabanın da hastanenin önünde, uzak mesafede durduğunu gördüm. İçeriye girdim ve etrafıma bakınarak asansöre bindim, üst kata çıkıp koridorlara göz attım.

Peşimdeki dedektiften nasıl kurtulabileceğimi düşünerek ellerimi saçlarımda dolaştırıp durdum. Eninde sonunda evime gidecektim, eğer beni evime kadar takip ederse içeriye de girerdi. Sonuçta dedektifti. Geri püskürtmeliydim, bir çaresini bulmalıydım.

Ve dakikalar sonra, buldum.

Kalkıp asansöre ilerlerken yanından geçtiğim bir çöp kutusuna baktım. İçinde beyaz, yırtılmış kâğıtlar vardı. Biraz eğilip kâğıtlardan birisini aldım, gerçekten doktor muayenesinden çıkmış gibi elimde taşıyarak asansöre bindim. Aşağıya inerken gözlüklerimi tekrar gözlerime indirerek gözlüklerin üstünden bir saniyeliğine oraya baktım. Araba oradaydı. Elimdeki rapora göz gezdirerek arabama bindim ve kâğıdı kenara atıp telefonumu aldım.

Mesaj: Gece'ye.

Ben seni arayıp mesaj atana kadar sakın beni arama.

Gönderdiğim mesajı silip direksiyonu tuttum. Hastane bahçesinden çıktığım gibi arabayı nadir kullanılan caddeye çevirdim, biraz ilerledikten sonra dikiz aynasından yine baktım. Arkamdaki araba mesafeyi biraz açmıştı. Takip edildiğimi anladığımı hissettirmek için arabamı daha hızlı sürmeye başladım, gaza basıp ilerledim. O araba de izimi kaybetmemek için hızlanıp peşime takıldı, ben de korkmuş gibi daha da sürat yaptım.

Arkamdaki arabadan kaçıyormuş izlenimi vererek bir yola daha girdim. Direksiyon hakimiyetimi kaybediyormuş gibi dengesiz bir çizgide ilerledim. Araba ne yaptığımı anlamamış gibi ilerlerken camımı indirip kafamı çıkardım ve beni takip ettiğini anladığımı göstermek için o arabaya baktım. Yüzümde sinirli ifadeyle birkaç saniye sonra önüme döndüm, sırtımı koltuğa yaslayıp gaza bastım. Kolumun birisini yüzüme siper ettim, başımı diğer tarafa çevirdim ve köşeden dönerken direksiyonu bile isteye duvara kırdım.

Arabanın burnu, sertçe aldığım manevrayla duvara çarpıp bir gürültü oluşturunca direksiyon ellerimden kaydı ve her ne kadar kendimi korumaya çalışıyor olsam da vücudum öne zıpladı. Kafam direksiyona çarptı ve alnımın altındaki korna çalmaya başlarken, dudaklarımdan bir küfür firar etti. Cam açık olduğu için plakamın düştüğünü duydum ve arabamın ön kısmından çıkan tozları gördüm. Alnımı tutarak başımı direksiyondan kaldırırken parmaklarıma sıcak bir sıvı aktı. Sarsıldığım için başım dönüyordu ve gözlerim kısa bir anlığına kararmıştı. Kafamı arkaya atarken dikiz aynasından baktım ve dedektifin arabadan inip koştuğunu görünce derhal gözlerimi kapatıp ellerimi iki yanıma koydum.

Dedektif arabamın kapısını, "Siktir," diyerek açtı ama gözlerim kapalıydı, görmedim. Emniyet kemerini çözdü ve hızlı nefes alışverişinden sonra telefon tuşlama sesi duydum. "Alo, Deren... Bir sorun var."

Sorun mu? Ölebilirdim, sence sadece sorun mu?

Ağzımın içindeki dilimi ısırırken karşı tarafa, "Kız kaza yaptı," dedi ve bunu dedikten sonra konuşması bölündü, birkaç kez araya girmeye çalışıp sonra, "Bağırmayı kes, onu takip etmemi isteyen sendin!" Diye yükseldi. Hızlıca aldığı nefesleri yüzümde hissediyordum. "Tamam dur... Nabzına bakıyorum."

Bir elini boynumun yanına koydu ve diğerini de dudaklarımın üstüne yaklaştırdı. Nabzımın attığını anladığında rahatlamış bir nefes verip, "Nabzı düzenli," dedi.

"Aptal aptal!" Diye adeta kükredi Deren, telefonu hoparlöre aldığı için arabanın içinde duyuluyordu sesi. "Neden o kadar yakınına girip de onu korkuttun? Telaşla kaza yaptı senin yüzünden!" Bir küfür ve sabırsız, isyan edercesine bir inleme. "Ona zarar vermeni istememiştim!"

"Bilerek yapmadım lan, duymuyor musun?" Mert ona bağırarak elini boynumdan çekti, bir saniye sonra da dizlerime dokunup sıkışıp sıkışmadığına baktı. "Nefesi ve nabzı düzenli, vücudunda da bir hasar görmüyorum, yalnızca... alnı kanıyor."

"Yalnızca alnı mı kanıyor? Ölmesi mi lazımdı lan, bir de ciddi hasar yok diyorsun!" Tüm öfkesini çıkarır gibi, sesinin tonunu bir an olsun düşürmeden konuşuyordu. "Geliyorum, onu en yakındaki hastaneye götürüp kaybol!"

"Paralı uşağınız sanki amına koyayım, ne celallendin... Tamam, kapat!"

"Cibiliyetini sikeyim," diyordu Deren ama arama kapandı.

Şakağımdan akan kan yanağıma kadar gelmişti, çoğaldığını tenimin üzerinde hissettim. Gerçekten alnımı sert çarpmıştım ve bu saniyelerde numara yapmıyordum, başım dönüyordu; üstelik gözlerim kapalı olmasına rağmen böyle hissediyordum. "Karmen," dedi dedektif heyecanla. "Beni duyuyor musun? Nasılsın?"

"Harikayım dedektif," dedim.

"İyi görünüyorsun, endişelenme. Şimdi seni hastaneye götüreceğim."

"Eyvallah," dedim, bu kelimenin nereden ağzıma takıldığını anlamamıştım.

Gözlerimi bu kez gerçekten açamıyordum, midem de bulanıyordu. Vücudum hafiflemiş olmasına rağmen kaldıramıyordum. Mert, kollarını belimden ve bacaklarımın altından geçirip beni kucaklayınca göz kapaklarımın üzerinde havanın aydınlığını hissettim. Biraz yürüdü ve vücudumu daha geniş bir alana bıraktı, ellerini üstümden ayırdı.

Tekrar kendime geldiğimi hissettiğim ilk an şöyle oldu; bir beyaz ışık gözbebeklerimde yandı, koluma ağrı girdi ve hemşirenin kelimeleri kulaklarımda yankı yaptı. Elimi kaldırdığımı fark ettiğim sırada sesler kesildi ve her neredeysem yalnız kaldığımı hissedip gözlerimi açtım. Önümü kapatan bir muayene perdesi gördüm, diğer taraftaki hastanın inlemesini duydum ve bakışlarımı indirip üstüme baktım. Kıyafetlerim duruyordu, kolumda serum vardı ve yarısından fazlası bitmişti. 

Alnım huylandığında bakışlarım yukarıya kalkıp sol tarafa çevrildi. Deren Ateş'in ruhundan yansıyan kısık gözlerini gördüm. Şakağımdaki pansumana dokunduğunu anladığımda dudaklarım hafifçe açıldı ve uyandığımı gördüğünde, yüzündeki duygusuzluk sarsıldı. Kalbim sıkıştı, kalbim böyle sıkıştığında keşke şu an ölsem diyordum ama o ölümü ne kadar istediğimden habersizce bana, "Geçmiş olsun," dedi. Sonra da elini pansumanımdan çekti. "Eşeklik ettim, kusura bakma."

Hissettiklerimin karmaşasından midem bulanınca elimi karnıma götürdüm, gözlerimin kenarlarından yaşlar yarım yarım düşerken başımı tekrar yastığıma gömüp yüzümü gizledim.

"Neden ağlıyorsun? Bir yerin mi acıyor?"

Gizleyememişim yüzümü, gözlerimi, gözlerimden düşen yaşları...

Cevap vermemem üzerine, "Karmen," dedi, rahatsız olmuş sesle. Eli omzuma yerleşip hafifçe sıktığında, gözlerimi açıp yeniden ona baktım. "Özür dileme," dedim. "Git buradan."

Omzumu bırakmadan yüzüme biraz daha eğilince gözlerinin hapsinden kaçamadım ve sertçe yutkunmaktan. Gözlerini birkaç saniye için boğazıma kaydırıp sonra tekrardan yüzüme baktığında uzanıp bileğini tuttum, bir an hissettiğim sıcaklığa kapıldım ve ardından elini omzumdan itmeye çalışarak, "Bir daha sizinle görüşmek istemiyorum," dedim.

"Seninle görüşüp görüşmemek umurumda olur mu sanıyorsun," diye homurdanıp elini çekti ve doğrulup geriledi, suratıma söyleyeceği bir şeyi varmış gibi bakıp bir şey söylemeden arkasını döndü. Muayene perdesini sertçe çekip dışarıya çıktığında önüme dönerek seruma baktım. Ona böyle davranırsam benimle bir daha yüz yüze gelmek istemezdi, kızını ona teslim edeceğim güne kadar beni unuturdu. Yutkunup serumdan akan damlaları saymaya başlarken, kızı için ve kızım için çektiğimiz o acıları birkaç saniye olsun unutmaya çalıştım.

Sanki beni cehenneme götürmüşler, yanıma da birisini almamı istemişler ve ben onu seçmişim... Ne onun bundan haberi varmış ne de benim onu seçtiğimden.

Kısacası ikimiz de uzun uzun yanacakmışız.

Serumdan akan damlaları sayarken baş ağrısı beni kendisine çekip bırakmadan tuttu, uyumamı diretti ve göz kapaklarım yeniden açılana kendimden geçmişim. Boğuluyormuş gibi hissederek gözlerimi kocaman açtığımda hiç mi hiçbir şey göremedim, kapkaranlıktı anlam veremedim. Beni uyandıran şey iki büyük, boğazıma sarılmış eldi ama uyanınca gördüm ki, kimse yoktu. Soluk soluğa doğrulup boynumu tuttum ve gözlerimin karanlığa alışmasını bekleyip nerede olduğumu anlamaya çalıştım.

Sadece içerisi değil, dışarısı da karanlıktı. Saat çok geçti. Elimi yatağın yanına uzatıp komodini buldum ve gece lambası aradım, onu yakınca etrafı görebildim. Geniş bir odadaydım, yatağın üzerinde uzanıyordum. Birkaç sakin nefes alınca yoğun erkek parfüm kokusu aldım. Ve düşündüm acaba şu an Deren'in yatağında mıyım diye...

Elimin altındaki siyah saten çarşafı bırakıp kalktım, ilerlerken ayağıma değen ıslaklığı fark edip aşağıya baktım; etrafta kırık parçalar vardı, kokuya da bakılırsa parfüm kırmıştı. Camlara dikkat ederek ilerledim, vakit kaybetmeden kapıyı açtım. Başımı koridora çıkarınca buranın da çok aydınlık olmadığını gördüm, sadece alt katta yanan ışık aydınlatıyordu. Bu koridor kare şeklindeydi, karşımda iki tane yan yana kapı vardı. Merdivenler sol tarafımda kalıyordu, sağ tarafımdaki duvarda da bir geniş pencere vardı ve bakınca siyah gökyüzü görünüyordu.

Şakağımdaki ağrıya dışarıdan dokunarak merdivene ilerleyince bu sabah gördüğüm merdivenler olduğunu fark ettim ve Deren'in evinde olduğumdan emin oldum. Hastane çıkışında baygın olduğum için evine getirmek zorunda kalmıştı, beni bırakıp gidebilirdi de ama muhtemelen suçlu hissetmişti. Basamakları sessizce inip ışığın yandığı koridorda durdum ve kafamı sağa çevirdim, sabah uğradığım salona yürüdüm. Deren ortalıkta yokken kaybolsam iyi olurdu ama telefonumdan, arabamdan, ceketimden haberim yoktu. Kafamı salondan içeriye uzattığımda koltuktaki gölgeyi gördüm ve Deren önüne çektiği sehpadaki içki şişesini alırken duraksadı, gözlerini çevirip salonundan içeriye girmekte olan ayaklarıma baktı.

Elinde telefonunu tutuyordu, kızından bir haber bekliyordu. Başını yukarıya kaldırınca gözlerinin, onu son gördüğümden daha feci olduğunu fark ettim. Nefret ediyordu ve öfkeliydi ama hepsinden çok canı yanıyordu; hem de kalbi atmaya başladığından beri ilk kez bu kadar çok. 

İçeriye girerken gözlerimi koltuklarda dolaştırdım ve beklediğim gibi ceketimle telefonumun orada olduğunu gördüm. Aldığı şişeyi kafasına dikti ve beslendiği tek şeyin sigara ile alkol olduğunu görünce yakın zamanda mide zehirlenmesi yaşayacağından emin oldum. Elindeki alkola doğru baktığımı, bana baktığı için görüp, "Ne var?" dedi kısık sesiyle.

"Bir haber var mı?"

Çenesi kasıldı. "Hayır," diye fısıldadı.

"Beni neden evine getirdin?"

"Ne yapsaydım? Bu halde yalnız ayrılamazdın," dedi.

Ne durumlardan nasıl çıktığımı bilmiyordu. "Arkanı dönüp gitmiştin, niye geri döndün ki?"

Çok soru sormama sinirlenmiş gibi kafasını kaldırıp durdurmak istercesine baktı. "Döndüm evet. Bir sebebi, bir anlamı olması mı lazım?"

"Gizli bir centilmenlik var sende," dedim.

"Teşekkürler.”

Sesinin son raddede olduğunu, her an kontrolden çıkacağını anladım. İyi bir cümleye bile tahammülü kalmamıştı, benim de Karina kaybolduktan ilk birkaç gün sonra sakinliğim ve soğukkanlılığım kalmamıştı. Üstünde paçavra olmuş, düğmeleri çözülmüş gömleğine, bozuk ritimle atan çıplak göğsünün altındaki kalbine bakarak yutkundum ve yanına eğilirken, "Arabam nerede?" diye sordum. 

"Cehennemde," dedi, terslenerek. Sonra da şakaklarına elleriyle iki yandan bastırarak başını önüne eğdi.

Neler hissettiğini anladığım için üzerine gitmeden ceketimle cüzdanımı aldım, arabamın anahtarı ceketimin cebinde şıngırdadı. Elimde eşyalarımı tutarken onun tekrar içkisine uzandığını görüp ben de aynısını yaptım ve şişeyi sehpadan çekip, "Öleceksin!" Dedim.

Gözleri çıldırarak bana döndü ve ellerini sehpaya koyup öne yüklenirken, "Zaten ölüyorum," diye bağırdı, boğazını acıtacak kadar yüksek sesle.

"Kızını bulmadan mı?" diye fısıldayıp şişeyi bir kenara fırlattım ve cam kırıklarının gürültüsünü, onun gözlerine bakarken dinledim. Yaptığıma tepki vermeden yerde parçalarına ayrılan cama baktı. Kafamı iki yana sallayarak önünden geçtim fakat daha ileriye gidemeden bileğimden tutunca ürperip gözlerimi aşağıya indirdim. Onun yeniden bana doğrulttuğu çaresiz bakışlarına çekilirken, "Gitme," dedi bana, temasını nabzımda hissederken.

Yaralı eline bakarak, "Niye?" diye sordum.

Yutkunup şakağıma baktı ve hızlıca, "Yaralısın," dedi.

Yüreği yandığı için belki de çok sıcak olan eline karşı tepkisiz kalmaya çalışıp, "Büyük bir şey değil," dedim.

Sinirlendi ve bunu kemikli yüzünün her çizgisinde okudum. Elimi çekmeyi denemek için bileğimi yukarıya kaldırdım ama eli de benimle gelince, "N'apıyorsun?" dedim.

"Gitme," dedi, beni kendine çekerek.

"Neden?" dedim.

"Gitme," dedi gözlerini kapatıp güçlükle yutkunarak. "Gitme, yanımda kal... Kızım gibi kokuyorsun."

BÖLÜM SONU.